İncegazeteye abone olun, sektörel gelişmeleri kaçırmayın.
Gazete Abonelik Formu
Tüp bebek ve genetik hastalıkları konusunda Uzman Volkan Baltacı'yı bir de sizden dinleyebilir miyiz?
Tıp fakültesinden 1988 yılında mezun olduktan sonra 1989 yılında Tıbbi Genetik ihtisasına başladım. O yıllarda tıp ve bilim insanları genetik mekanizmaların insan sağlığı üzerindeki öneminin farkındaydılar fakat yine de bugünkü kapsama alanını tahmin edebildiğimizi düşünmüyorum. Asistanlık yıllarımızdaki teknolojiler ve sahip olduğumuz cihaz parkı çok sınırlıydı. O yıllarda prenatal tanı testlerine merak salmıştım, sınırlı imkanlara rağmen bu alandaki teknikleri kısa sürede laboratuvarıma kurabilmiştim. İlk başlarda Tıbbi Genetik uzmanlık alanına tutkulu bir bağlılığım yoktu ancak prenatal tanı testlerinin hastalara sağladığı çözümler ve onların yol haritalarına katkı sağlamak beni tamamen üreme genetiğinin içine çekti. Sanırım on binlerce anne adayının prenatal tanı testi elimden geçmiştir bugüne kadar. Ancak prenatal tanıda annenin maruz kaldığı gebelik terminasyonu riski işin en sevimsiz tarafıydı ve bunu ortadan kaldıracak yöntem olan “preimplantasyon genetik tanı” teknolojisini ilk defa Yuri Verlinsky’nin uygulamalarından duymuştum. Kongrelerdeki ateşli tartışmaların baş aktörü olan ve genç yaşında kaybettiğimiz bu Rus bilim insanı ben dahil birçok genetikçinin de üreme tıbbına gönül vermesine sebep olmuştur diye düşünüyorum. O yıllarda embriyo genetiği yapabilmenin en önemli şartlarından birinin embriyo manipülasyonlarını bilmekten ve uygulayabilmekten geçtiğini fark ederek embriyoloji sertifikasyon eğitimimi tamamlayarak preimplantasyon genetik uygulamaların tüm aşamalarını müstakil olarak yapmaya başladım. Bugün ise “tüp bebek uygulamaları” ile “genetik teknolojilerin” sağlıklı bebek doğumlarının gerçekleştirilmesinde ve doğumsal genetik hastalıklar ile mücadele edilmesinde en önemli araçlardan biri olduğunun bilincindeyim. Yaptığım işi çok seviyorum ve halen istisnasız her gün yeni bilgiler ile tanışmanın heyecanını taşıyorum.
Sizin de ekibinde yer aldığınız iki kurum; "GenArt" ve "Mikrogen..." Bu kurumlar ile bizleri tanıştırabilir misiniz?
Kurucusu olduğum GenArt Tüp Bebek Kliniği neredeyse 20 yaşında, Mikrogen Genetik Hastalıklar Tanı Merkezi ise 15 yılını doldurdu. İkisi de bugün hem ülke içinde hem yurt dışında kendi konularında bilinirlikleri olan prestijli kurumlar. Bu iki kurumun doğru çizgide büyümelerinin en önemli nedeni birbirlerini tamamlıyor olmaları bence. Örneğin GenArt, tüp bebek merkezleri içerisinde birçok konuda ilkleri gerçekleştirmiş bir kurum; ilk preimplantasyon 24 kromozom taraması, mitokondriyal hastalık için ilk preimplantasyon genetik tanı, ilk otolog mitokondri replasmanı tedavisi, ilk piezoelektrik uygulaması. Mikrogen ise daha çok yoğunlaştığı alan olan “üreme genetiği” konusunda araştırma veya yeni teknolojilerini GenArt sayesinde daha hızlı bir şekilde hayata geçirebilmenin avantajını yaşamakta. GenArt butik bir merkez, samimi ve sakin bir şekilde hastasına odaklı tedaviler uyguluyor, koşuşturmadan veya ticari gailelerden uzak, hasta odaklı bir sağlık hizmeti sunuyor. Kadın doğum uzmanları gebe takip etmiyor veya operasyonlar yapmıyorlar, sadece tüp bebek işlemleri yapıyorlar. Ancak Mikrogen’de durum bundan tamamen farklı; toplam 90 kişilik kalabalık bir ekip, sürekli bir şeyleri yetiştirmeye gayret halinde yoğun tempo ile koşuşturuyor. Bu koşuşturmanın altında yatan sebep Mikrogen’in sadece tanı hizmeti vermeyip, aynı zamanda projeler yapması, bilimsel toplantı ve organizasyonlarda yer alması veya düzenlemesi, değişik kurumlar veya araştırmacılar ile planlı çalışmalar yürütmesi, akademik ve eğitim faaliyetlerini sürdürmesi gibi çok sayıda faaliyeti yürütmesidir. Bünyemizde bir profesör, iki doçent ve üç yardımcı doçent arkadaşımız görev yapıyor, yani çoğu tıp fakültesinin tıbbi genetik bilim dalından daha zengin kadromuz var. Mikrogen de sitogenetik, moleküler sitogenetik ve moleküler genetik yöntemlerle günümüz teknolojilerinde ulaşılabilecek hemen her hastalık için test yapabilmekteyiz. 4 yıl önce aldığımız ISO 15189 akreditasyonu bizi her geçen gün ideal çalışma düzenine biraz daha yaklaştırmakta. Kısa bir süre sonra inşaatı henüz devam etmekte olan yeni binamıza geçtiğimizde uluslararası alanda da daha güçlü bir yerimiz olacak diye düşünüyorum.
Günümüzde çocuk sahibi olmak isteyen ebeveynler genetik hastalık riskini önceden tespit edip önlem alabilmek için genetik tarama testi yaptırıyorlar. Sizin de bu konuda çalışmalarınız olduğunu biliyoruz. Bu testlerin nasıl gerçekleştirildiğini, önemini ve başarı oranlarını kısaca anlatabilir misiniz?
Çok iyi biliyoruz ki kendisi sağlıklı bile olsa hemen her insan genetik geçişli bazı hastalıklar için taşıyıcı olabilir. Bu da eşler için genetik hastalıklı bir bebek sahibi olma riskini beraberinde getirmektedir. Asistanlık yıllarımda elimizden gelen sadece eşlerde aile sorgulaması ve pedigri analizi yaparak risk tayini yapmak ve genetik danışmanlık vermekti. Oysa son yıllarda daha fazlasını yapabilir hale geldik. Üstelik bunu sadece genetik problemli çocuk doğurmuş çiftler için değil henüz çocuk sahibi olmamış ve sadece potansiyel risklerini bertaraf etmek isteyen eşler için de yapabilir hale geldik. Bu amaçla evlilik öncesi tarama panelleri olarak adlandırdığımız farklı test platformları kullanıyoruz. Bazı etnik toplumlar için az sayıda hastalığın tarandığı dar kapsamlı paneller kullanılmasına rağmen bizim ülkemiz gibi eş akrabalığının yüksek olduğu ve mozaiklerin bulunduğu toplumlarda geniş kapsamlı paneller veya tüm ekzom dizileme (WES) gibi test platformları tercih edilmektedir. Ancak bu test panellerinin sınırları vardır, tarama neticesi negatif çıkan yani herhangi bir hastalık taşıyıcılığı tespit edilemeyen eşler tamamen risklerinin bertaraf edildiğini düşünmemelidirler. Zira farklı mutasyon tiplerinin tek bir yöntem ile tespiti her zaman mümkün olamamakta ve yine DNA’nın farklı bölgelerindeki özellikli dizilimler tespit gücümüzü zayıflatabilmektedir. Bana göre tarama testlerinin en büyük gücü arkasında preimplantasyon genetik tanı (PGT) teknolojisinin olmasıdır. Zira bu teknoloji genetik hastalık riski taşıyan eşleri travmatik sonuçları olan prenatal tanı yönteminden korumaktadır. Diğer yandan bu yöntem ile eş zamanlı olarak kromozomlar da taranabilmekte ve böylece eşleri sadece gen hastalığından değil Down sendromu gibi önemli risklerden de koruyabilmekteyiz.
Üst üste tüp bebek tedavisinde başarısız sonuçlar yaşayan annelere uygulanan "Öncül hücre tedavisi" ya da güçlendirilmiş yumurta uygulaması nedir? Güçlendirme işlemi nasıl yapılmaktadır?
Bu hastalar için araştırmacılar ve bizler farklı çözümler üretmeye ve araştırmalar yapmaya çalışıyoruz. “Öncü Hücre Tedavisi” dediğiniz bu çalışmalardan birisi. Proje aslında Harvard Üniversitesi'nden (Boston) bir grup araştırmacının içinde yer aldığı “Ovascience” şirketi tarafından geliştirilen “Augment” teknolojisi. Biz bu projede Ankara Üniversitesi ile birlikte yer aldık ve vakaların tamamında GenArt’ın katılımı ile uygulamayı gerçekleştirdik. Teknoloji kısaca; kadının kendi kök hücrelerinden elde edilen hasarsız ve genç mitokondrilerin yine kendi yumurtalarına enjekte edilmesini ve böylece yumurtalarının güçlendirilmesini hedefliyor. Zira kadın yaşı arttıkça yumurtalarındaki mitokondriler DNA’larındaki spontane oluşan delesyonlar nedeniyle enerji üretimleri azalıyor ve bu da yumurtaların kapasitelerinin azalmasına ve hatta anöploidilerin artmasına yol açıyor. Augment teknolojisi bunu, kadının yine kendi mitokondrilerini kullanarak yani yabancı bir DNA kullanmaksızın sağlıyor. Ancak yöntem FDA onayı alabilmiş bir uygulama değil. Biz de yöntemin FDA tarafından onaylanmamış olması nedeniyle uygulamayı sadece etik onay almış vakalar ile sınırlı tuttuk ve rutin uygulamaya sokmadık. Fakat belirtmem gerekir ki bu yöntemle dünyada doğmuş olan ilk bebek Kanada’da ikinci bebek ise GenArt’ta yapılmıştır. Bu çalışma TIME Dergisi'nin 15 Mayıs 2015 sayısında yer almıştır. Bence bu çalışmanın en inovatif tarafı kadın yumurtalığının az kanlanan korteks bölgesinde yer alan yumurta öncü hücrelerinin varlığının gösterilmiş olmasıdır. Zira bu öncü hücreler oksidatif strese daha az maruz kalmaktadırlar ve dolayısıyla mitokondrilerin de DNA hasarı minimaldir.
Türkiye'de ilk kez GenArt Tüp Bebek Merkezinde gerçekleştirilen elektroşok yöntemi ile döllenme, sağlıklı bir doğum ile sonuçlandı. Elektrik akımı ile yumurtalarda nasıl döllenme gerçekleştiriliyor, yumurta ya da sperm bu işlem sırasında zarar görebiliyor mu?
Elektroşok yöntemi daha doğru adıyla piezoelektrik uygulaması. Aslında insan hücresi için sadece Türkiye’de değil dünyada ilk gerçekleştirilen bir uygulamaydı. Yaklaşık 16 yıl öncesinden bahsediyorum, o yıllarda piezoelektrik uygulaması klonlamada kullanılmakta ve başarılı sonuçlar alınmaktaydı. Ben bu yöntemi döllenme problemi bulunan insan yumurtalarında döllenmeyi sağlamak üzere kullandım. Yaklaşık dört yılı aşkın sürede yüzlerce vakadan elde ettiğim sonuçları ilk olarak üreme tıbbının prestijli dergilerinden olan Fertility&Sterility’nin Ağustos 2010 sayısında yayımladım. Daha sonraki hasta serilerimize ait sonuçlar ise “Human Genetic and Embryology”nin Nisan 2014 sayısında yayımlandı. Sonraki yıllarda başka araştırmacılar aynı yöntemi kullanarak kendi sonuçlarını farklı makaleler ile yayımladılar. Bugün birçok merkez piezoelektrik uygulamasını günlük pratiklerine dahil etmiş bulunmaktadır. Piezoelektrik uygulaması oosit membranında protein migrasyonu yaparak porların açılmasını sağlamakta ve hücre içine kalsiyum girişini arttırarak döllenmeyi sağlamaktadır. Yöntem daha çok döllenme kusuru vakalarında (Total Fertilisation Failure) kullanılmakla birlikte son zamanlarda ağır erkek faktörlerinde yumurta döllenmesine katkı sağlamak üzere kullanılmaya başlanmış ve son olarak henüz olgunlaşmamış öncü sperm hücreleri ile (round spermatid) yumurtanın döllemesi uygulamalarında (ROSI-Round Spermatid Injection) kullanımı bildirilmiştir. Meslek hayatımda bu konu aslında benim için yeni bir sahanın da ilgi alanıma girmesine zemin hazırladı, zira fertilizasyonun arttırılması amacına spesifik olarak bir piezoelektrik cihazını kendi ekibim ile birlikte üreterek patent/CE ve satış onayı alınmasını takiben ulusal ve uluslararası satışını başlattık. Bu konuyu koordine eden yeni şirketimiz “Zeus Bioscience” umarım başarılı olur ve üreme tıbbında ihtiyaç olduğunu düşündüğümüz başka inovatif ürünlerin altına imza atar.
Kısırlık sorunu, kanser tedavisi ya da erken menopoz gibi sebeplerden ötürü yumurta rezervi olmayan hastalarda doğurganlığı koruyabilmek mümkün mü? Ne gibi tedavi yöntemleri tercih edilmektedir?
Önceki yıllarda ülkemizdeki yönetmelikler sadece embriyoların dondurularak saklanmasına izin veriyordu. Daha sonradan gamet hücrelerinin de dondurulmasına izin verildi ve günümüzde farklı sebeplerle kadın yumurta ve yumurtalık dokularını ya da erkek spermi veya testis dokularını dondurabiliyoruz. Kemoterapi/ radyoterapi öncesi dondurma işlemi her iki cinsiyet için gamet dondurmanın en sık sebepleri arasında yer alıyor. Over doku dondurmada bu dokuların sonradan kadına geri implantasyonu süreci henüz stabilite kazanmış teknolojiler olmamakla birlikte umuyorum gelecekteki teknolojiler bu dokuların reimplantasyonu ve bu dokulardan doğum gerçekleşmesini literatür seviyesinde sınırlı kalmaktan daha yukarılara taşıyacaktır. Günümüzde kadınlar erken menopoz, düşük over rezervi veya sosyal sebepler ile de yumurtalarını dondurmak istiyorlar. Bu durumlarda yumurta dondurulması için heyet raporu almaları gerekiyor, erken menopoz veya düşük over rezervi için rapor almak mümkün iken sosyal sebep yani yaşı ilerlemesine rağmen evlenmemiş hanımlarda bu durum biraz karmaşık yapısını koruyor.
Günümüzde adını sıklıkla duyduğumuz hastalıklardan bazıları genetik yayılım izlemektedir. Ebeveynlerden çocuklara aktarılan bu tip hastalıklara örnekler verebilir misiniz?
Genetik geçiş gösteren nadir hastalıklara yaklaşım ve duyarlılık son yıllarda daha da artmakta. Gerçekten de çok önemsenmesi gereken bir konu, bunu aşağıda vereceğim sayılardan açık bir şekilde anlayabiliriz: 7000 adete yakın genetik geçişli hastalık var. Dünyada 300 milyondan, ülkemizde 6 milyondan fazla bu genetik hastalıklardan etkilenmiş insan var. Maalesef bu hastalıklar en çok çocukları etkiliyor ve bunların %30’u 5 yaşa gelmeden yaşamlarını yitiriyor. Bu grup içerisinde metabolik hastalıklar, mental ve motor gelişim bozuklukları ile seyreden ağır hastalıklar ve yine gelişimsel kusurlarla seyreden çok sayıda hastalık var. Türkiye’de otozomal resesif aktarılan hastalıkların oranını arttıran en temel neden eşler arasındaki yüksek akrabalık oranı. Ülkemizde yaklaşık her 5 çiftten 1’i akraba evliliği yapmış durumda, bu da genetik hastalıklı bebek doğumunu çok arttırıyor.
Bu alana yönelmeyi hedefleyen gelecek nesle söylemek istedikleriniz ya da tavsiyeleriniz var mı?
Tıp fakültesini bitirdikten sonra Tıbbi Genetik ihtisasına çok bilinçli bir şekilde girdiğimi söyleyemem ama şu an tekrar sorsalar hangi alanda ihtisas yapmak isterdiniz diye tek cevabım yine genetik olurdu. Bence bu branşın en büyük avantajı isterseniz tek bir hasta için çalışıp onun problemine çare olabilirsiniz hatta bu çare oluş ayları belki de yılları alan bir süreç olabilir, isterseniz çok sayıda insanı ve popülasyonları ilgilendirecek konular ile uğraşabilir çok sayıda insana hizmet verebilirsiniz. Diğer yandan tıbbi genetiğin içinde yer almadığı veya bir şekilde ilgilendirmediği bir branş yok diyebilirim; pediatri, hematoloji, onkoloji, kadın doğum, cerrahi branşlar. Dolayısıyla genç meslektaşlarım Tıbbi Genetik ihtisasını seçerek tıbbın her branşı ile de genetik açıdan yakın olmaktadır. Araştırma yapmak için önü çok açık bir branş olduğunu düşünüyorum, öyle ki tüm dünyada yapılan bilimsel araştırma ve çalışmaların en büyük kısmı genetik alanına ait diyebilirim. Bu vesile ile bana bu röportaj imkanını verdiğiniz için tüm İNCEKARALAR ailesine ve sevgili okuyucularımıza teşekkürlerimi sunuyorum.